Geçenlerde bir film yayın platformunda Şeytan’ın Avukatı filmini yeniden izledim. Bu filmi yıllar önce izlemiştim ama aradan geçen zamanda ayrıntılar zihnimden silinmişti. Bu defa yeniden izleyince, bir bakıma hafızamı tazelemiş oldum. Ancak fark ettim ki, bir mesleğin başındaki genç bir hukukçunun bu filmi izlemesi ile yıllarını mesleğe vermiş, tecrübeler kazanmış bir avukatın izlemesi arasında ciddi bir fark var.İlk izleyişimde daha çok hikâyeye, karakterlerin sürükleyici diyaloglarına ve olay örgüsünün dramatik yönüne odaklanmıştım. O zamanlar film bana heyecan verici, hatta biraz da çarpıcı gelmişti. Fakat bugün, mesleki tecrübenin ardından baktığımda filmdeki etik ikilemleri, insanın zaaflarını ve gücün, hırsın kişiliği nasıl dönüştürdüğünü bambaşka bir gözle gördüm. Artık yalnızca bir sinema eseri olarak değil, hukuk mesleğine ve insan doğasına dair derin mesajlar taşıyan bir hikâye olarak değerlendiriyorum.
Bir hukukçunun mesleğinin başındayken gördüğü şey daha çok “başarıya ulaşma arzusu” iken; meslek yılları ilerledikçe insan, adaletin, vicdanın ve etik değerlerin aslında kariyerin de ötesinde bir anlam taşıdığını daha net fark ediyor. Bu yüzden aynı film, yıllar içinde farklı bir deneyim sunuyor; gençken bir hayal, olgunlukta ise bir muhasebe vesilesi oluyor.
Hakikatin sesi, bazen fısıltı gibi çıkar; avukatın görevi o sesi duyulur kılmaktır.
Biz avukatlar, tarihin hiçbir döneminde pek sevilmedik. Hatta öyle ki Katolik Kilisesi, aziz ilan etme sürecinde adayların günahlarını ortaya dökmek için özel bir meslek icat etti: “Şeytanın Avukatı.” Demek ki yüzyıllar öncesinden beri “birinin canını sıkacak” bir avukata ihtiyaç vardı. O dönemlerde bile “avukatsız olmaz” denilmiş. Belki cennete giden yolun taşlarını biz döşemiyorduk ama en azından kimlerin oraya adım atamayacağını tespit ediyorduk.
İşin ironisi şu ki, “Şeytanın Avukatı” kavramı aslında toplumun en çok ihtiyaç duyduğu ama en az hoşlandığı şeyin adı: eleştirel bakış açısı. İnsanlar övgülere, alkışlara, pohpohlanmaya bayılır. Ama biri çıkıp “bir dakika, bu işte bir tuhaflık var” dediğinde yüzler asılır, homurdanmalar başlar. Halbuki eleştiri, ilerlemenin yakıtıdır. Ne Kilise’nin ne de günümüz toplumunun “eleştirmeyen bir zihinle” yol alması mümkün değildir.
Bugün, “Şeytanın Avukatı” sadece dini bir unvan olmaktan çıktı; her alanda karşı argüman üreten, farklı bakan, sorgulayan kişilere atfediliyor. İş dünyasında, siyasette, akademide, hatta aile içinde bile böyle birine ihtiyaç var. Çünkü çoğunluğun görmediğini, “can sıkıcı” da olsa dile getiren biri olmadığında, hatalar gözden kaçar.
Avukatlık mesleği de işte tam bu noktada devreye giriyor. Bizler, toplumun hoşuna gitmese de gerçeğin öteki yüzünü hatırlatırız. Haklıyı haksızdan ayırmaya çalışırken çoğu zaman “şeytanın avukatı” gibi görülürüz. Çünkü hak aramak, çoğu kez birilerinin işine gelmez. Ama tarih bize şunu öğretti: Bir toplumun vicdanı, ancak özgür düşünen avukatların sesiyle diri kalır.
Kısacası, avukatların kaderi biraz ironiktir: Ne kadar sevilmesek de biz olmadan olmaz. Çünkü adalet terazisini dengede tutan, tam da o “rahatsız edici” soruları sormak, görünmeyeni görünür kılmaktır. Eğer bugün hâlâ “Şeytanın Avukatı” mecazını kullanıyorsak, bu mesleğin ne kadar köklü ve vazgeçilmez olduğunu itiraf etmiş oluyoruz. Belki de biz avukatların en büyük zaferi budur: Sevilmesek bile, daima gerekli olmak.